metaforlarımızı, nağmelerimizi, kelimelerimizi, duygularımızı, anılarımızı, hafızamızı, muhayyilemizi, zevklerimizi, manzaramızı, arzularımızı, ilgilerimizi, tecessüsümüzü, isyanımızı, sorularımızı, nerdeyse herşeyimizi, kısacası insanlığımızı çalıyor reklamlar. bizi biz olmaktan çıkarıyor. düğmesine basılınca hareket eden, bir daha basılınca duran ilkel robotlara dönüştürüyor. kapitalizmin yeniden-üretiminin mükemmel mekanizmalarından biri olan reklamlar, hayatımızı çekirge sürüsü gibi istila ediyor, tarlamızı talan edip geriye acınası bir görüntü bırakıyor.

“susatarak su satmak”. bir mesleki dergide gözüme çarptı bu lakırdı. sirkatin söyler hesabı işte…

budur gerçekten de reklamcılık. kapitalizmin insanlıktan çıkardığı sen bir daha hiç dönemeyesin o insanlığına diye yenen haltlar manzumesi.

yere batsın ağaçları kapatan billboardlarınız, hayatımızın anlamı olmuş şarkıların ırzına geçen cıngıllarınız, tavan yapmış egolarınızla ‘her boku biliriz’ pozlarınız, beşinci sınıf piyeslere rahmet okutan afili sunumlarınız, öküz reklamverenlere yaltaklanma seanslarınız, beyin namusunu çoktaaaan üçotuz paraya satıvermişliğiniz ve yine de yiğitliğe bok sürdürmeyişiniz, kahrolsun kapitalizme uçbeyliğiniz!

türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığını çocuklar bile bilir. kanun devleti midir peki? görünüşte öyle. ama altını azıcık kazıdığınızda bir “kanunsuzluk devleti”dir gördüğünüz. yok hayır, basitçe hukuk dilinin bile isteye yaratılan anlaşılmazlığından, ağdalılığından, yahut çok daha önemlisi, jüristokrasiden filan bahsedecek değilim, o zaten malum. “vatandaş için devlet” yerine “devlet için vatandaş” mottosunun bu devletin alnının şakında yazılı oluşunu hatırlamamız bile yeter aslında. bırakın meşruiyeti esas almayı, yasallığı bile işine geldiği kadarıyla ve işine geldiği gibi kullanır.

türkiye devleti, yalnızca kendisiyle toplum, yurttaşlar ve sivil kurumlar arasındaki hukuksal alanı bu motto temelinde biçimlendirmekle kalmayıp bireylerin kendi aralarındaki ve bireylerle özel kuruluşlar/kurumlar/şirketler arasındaki ilişkilerin normlaştırıldığı hukuksal alanları da güçlünün zayıfı alabildiğine ve pervasızca, korkusuzca ezmesine cevaz verecek şekilde düzenler. iş hukuku mevzuatına bakın, ne dediğim kolayca görülür. şu meşhur “ancak/ama” maymuncuğunu güçlünün eline veren devlet, zayıfın ardından kıs kıs güler. alın meselâ iş kanunu madde 19. önce zayıfa havuç: “işveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır. / hakkındaki iddialara karşı savunmasını almadan bir işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, o işçinin davranışı veya verimi ile ilgili nedenlerle feshedilemez.” nanana naaaan, ve işte karşınızda şu meşhur “ancak”ımız: “ancak, işverenin 25. maddenin II numaralı bendi şartlarına uygun fesih hakkı saklıdır.” neymiş o maddenin o bendi? “ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri”ymiş. yasakoyucu öyle şeyler söylüyor ki burada, ahlaksızlığın ve vicdansızlığın kol gezdiği bir ülkede şirket patronlarına işçisini keyfi istediği an işten atabilmeleri için bütün katakullilere, bizans oyunlarına, dalga dümenlere yasal kılıf hazırlıyor, cömertçe imkan bahşediyor. yasanın diğer maddelerini okuyorsunuz, neresinden tutsanız elinizde kalıyor, bakıyorsunuz ki elek gibi mübarek, patronlar için kaymaklı kadayıf.

tanıklık müessesesi diye birşey var güya. iyi de, iş arkadaşı dediğin mahlukat niye benden yana ifade versin ki, kapının eşiğinde bekleyen bir işsizler ordusu mevcutken? maytap mı geçiyorsun ey yasakoyucu? ya sen, işçi sınıfı dayanışması rüyası mı görüyorsun ey okuyucu?

avukatlara kulak veriyorsunuz, dedikleri şu: efenim, aslında iş kanunu işçiden yanadır, ancak (heh heh, “ancak!”) hak arama mücadeleniz uzun sürer. yani, cümlelerinin ilk kısmı faraza doğru olsa bile, atı alanın üsküdar’ı çoktan geçtiği bir hukuksuzluk düzeni karşınızdaki.

bıyır, mobbing mi deding? o da nedir hemşerim? daha en basit yükümlülük ve haklarda bile hukuksuzluğu şiar edinmiş bir hukuk düzeninde böyle frenk nosyonları da neymiş, sıra bile gelmez!

bu ülkede bir de “iş müfettişliği” ve “sigorta müfettişliği” diye kurumlar var, değil mi? külahıma anlatırsınız siz onu. ne kadınlar sevdim, yoktular! patron hazırlar ortamı, mıntıka temizliği yapılır önceden, tuvaletlere kireç dökülür, otlar yolunur, duvarlar badanalanır, komutan -pardon, müfettişler- geldiğinde herkesin ezberi tamamdır. sigorta meselesine gelince, bu ülkenin allı turnaları, uçan kuşları bile bilir ki işçinin bir “gerçek” ücreti vardır, bir de “resmi” ücreti. lâkin gel de kanıtla gerçek ücretini bakalım hadi.

kan beynime sıçradı gene. burada keseceğim şimdilik. vak’amızı yani örnekolayımızı bilâhare anlatacağım. çav.

re-wilding‘in, kendini yeniden-üretme, pekiştirme, muhkem kılma istidat ve becerisiyle karşıtlarını evcilleştirip zararsızlaştırmayı, dahası etinden sütünden yararlanmayı iyi bilen kapitalizmin tuzağına düşmeden, modalaştırılmadan, trendleştirilmeden, felsefi ve ideolojik bir misyonla/bakışla benimsenerek bu topraklarda da yeşermesini ne çok isterim. benimkisi ortada ekmeğin kırıntısı bile yokken likörlü çikolata istemek gibi birşey tabii. devletlerin, küresel tröstlerin, egemen sınıfların, bir avuç insanlık düşmanının elinde oyuncağa dönüşmüş, elimizden alınmış hayatlarımızın, önceki yüzyıllardan kalma, tel tel dökülen, ne idüğü belirsiz bir modernist “ilerleme”[cilik]in tabiat ve insan ruhu üzerindeki acımasız ve yıkıcı tahakkümü eşliğinde göz göre göre geliyorum diyen kıyamet karşısındaki umarsızlığımızın arkafonunda bitmek bilmez bir ölüm senfonisi çalınmakta. sanayi kapitalizmi döneminin muhalif fikir akımlarının günümüz dünyasının başkaldırı ihtiyacına cevap veremeyecek bir anakronizme düşmüş oluşları karşısında eli kolu bağlı oturma acizliğini nasıl yırtabiliriz, düşünmek gerek. makro politik duruşların görece zorluğunu mikro politik tavır ve edimlerle telafi etmek büsbütün anlamsız mı? anarşizmin imkanlar skalasından ne kaldı geriye? “toplum” fizibilitesi yüksek bir sosyal isyan birimi olmaya halâ ehil değilse, “topluluk” antitezin antitezi olarak yeniden isyan sözlüğünde tedavüle sokulamaz mı? gesellschaft’ın defosu çıkmadı mı ortaya?

sorular… sorular…

şu postmodern çağda “siyasi parti” kavramının esnemesinden daha doğal birşey yok. varlık ve mücadele nedeni “iktidara gelmek/iktidar [muktedir?] olmak” olan modern çağ siyasi partilerinin yanına iktidar olgusuyla başı hiç de hoş olmayan, bununla kalmayıp bizatihi “iktidar” nosyonu ve olgusuna kökten karşı çıkan “parti”ler eklendi çeşitli ülkelerde. spesifik bir amaç temelinde kuruluyor ve bu amacı vesile kılarak mevcut düzene muhalif durmayı yöntem olarak benimsiyor bazıları bunların. hemencecik aklıma gelen örnek, korsan partisi. gülünç ve absürd örnekler de çıkmıyor değil aralarından, lâkin önemli değil bu. dünden beri düşünüyorum; temsili demokrasi dediğimiz ve olabilecek en iyi yönetim biçimi olarak adeta kutsadığımız modern burjuva demokrasisinin, bütün enstrümanları gibi eksik, sakat ve gerçekte düzen koruyucusu bir enstrümanı olan genel seçim mekanizmasının biraz olsun adam edilebilmesi için postmodern bir parti çeşidinin daha hayata geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum –en azından bizim ülkede: boş oy partisi (bop). bu kısacık yazıyı düşüne taşına, özene bezene değil ayaküstü yazıyorum, dolayısıyla söyleyeceklerim çok havada kalabilir, içini sizler doldurun. altını çizmek istediğim şey, özetle, seçime katılan hiçbir partiye oy vermeyi çeşitli ilkesel nedenlerle düşünmeyen ama bu tutumunu apolitik olmak ne kelime, gayet de politik bir tutum olarak kamuoyu nezdinde görünür kılmak isteyen herkesin bir çatı altında toplanması. bu çatı esnek, oynak, geçiciliğiyle kalıcılık taşıyan, bir tür sanal bir çatı. ama asla muhalifliğin profesyonel bir uğraşa dönüştürüldüğü bir yer filan değil. burjuva demokrasicilik oyununda mızıkçılık yapmanın, oyunu bir şekilde bozmanın eğlenceli bir aygıtı. seçimlere katılabilmek için mecburen resmen kurulacak, mevcut seçim hukukuna kerhen de olsa uyacak, ister iktidarda olsun, ister muhalefette olsun bütün egemenlere dil çıkaracak bir sivil inisiyatif. bir tür isyan.

küçük bir harf farkıyla, ismini “sünger bob partisi” koydum. eğlenceli olsun, egemenlere özgü o aptal asıksuratlılıktan nasibini zerre almasın diye.

türkiye’nin tarihsel dönüşümünün sürükleyici siyasal gücü ve temsilcisi olma fırsatını bonkörce ve zavallıca heba eden, böylelikle de tarih kitaplarına kendisi hakkında bir devrimin öznesi olarak kayıt düşülebilecekken bir komedinin (tekerrür eden trajedi komediye dönüşür çünkü) beceriksiz aktörü olarak geçecek olan akp, statüko bekçiliği kadrosunun en parlak elemanı olma yolunda hayli mesafe katetmiş görünüyor. aslında bir bakıma köklerine kesin dönüş yapıyor; eğreti ve zoraki bir “müslüman demokrat”lık performansı parantezini, küllerinden temizlenip parlatılmış bir milliyetçi muhafazakâr sağcılık pozisyonunda kendini muhkem kılarak, alâ-yı valâ ile kapatıyor. ontolojik olarak yanlış yerde durduğu duygusu başından beri bir biçimde bilinçaltında yerleşik olan akp’nin milliyetçi ve devletçi lige dönüşü genetik kodlarıyla gayet uyumlu bir olgu ise de, bu, türkiye için ne yazık ki kötü haber. iyi haberse, ülkenin siyasal arenada sahiden dönüşümcü, sahiden sivil, sahiden demokrat bir siyasal harekete ihtiyacı olduğu gerçeğinin acı biçimde de olsa akıllara gelmesi zorunluluğunun bunca zaman sonra tekrar doğuşu. gelgelelim, ülke, yakın tarihinin kronikleşmiş ve kangrene dönüşmüş, birbiriyle ilintili iki temel sorununun, kürt sorunu ve anayasa sorununun çözümsüzlüğüyle kıvranırken dönüşümcü, demokrat bir siyasal hareketin sahneye çıkmasını beklemek için yeterince zaman kalmamış durumda. siyasal arenanın üç büyük ve önemli aktörünün varlığı –ki bunları en özlü ve temsil edici şekilde 1) ergenekon, 2) akp, 3) silahlı kürt milliyetçiliği olarak adlandırabiliriz–, bu ülkeyi hangi cehennemî süreçlerin beklediğine dair en temel gösterge. üçünün de birbiriyle bir biçimde, en hafif tabirle konjonktürel ve taktik bağlantıları ve içiçe geçmişlikleri, hadi bunu bir yana bıraksak bile, herşeyden önce, ittihat terakki’den tevarüs eden bir zihniyet kardeşlikleri olduğundan şüphe duymaz oldum artık, kendi adıma. birincisi, diğerlerini kendi restorasyon sürecinin çeper nesneleri haline getirmeyi handiyse başarmış durumda. fazla mı kötümserim, çok geçmeden göreceğiz tüm açıklığıyla bunu. otoriterlik, ırkçılık, milliyetçilik, devletperverlik-devletçilik, sağcılık… bunlar, modern siyasal tarihimizin, üzerinde zımnen uzlaşılmış en gözde temel değerleri değil midir ne de olsa. etiketlere, reklamlara, retoriğe bakmayın siz, hepimiz “osmanlı bankası”yız. osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilirken ruhlarımıza tebelleş ettiği travmanın siyasal-kültürel dile çevirisi, vahşi ve telaşlı bir geç-milliyetçilikten başka ne olabilirdi ki.  öyle bir milliyetçilik ki, rakiplerinin ve/veya hasımlarının zihniyet dünyalarına bile kendi kültürel kodlarını ustalıkla işlemiş, onları baştan sistemiçi –eh, zaman zaman yaramazlık yapan, hadlerini aştıklarında ise hadleri icabında havuç, icabında sopayla bildirilen– aktörlere dönüştürmüş.

bu yazıyı yazarken daraldım bunaldım, içimi hafakanlar bastı. manzara çok iç karartıcı çünkü. yakın tarihin en heyecanlı seçimi olabilecekken, olması gerekirken, aksine en heyecansız, en saçma, en “formalite gereği” seçimine dönüştürülen bu seçimde ne yapacağıma ilişkin notumu düşerek yarım bırakayım yazımı. 1) “yetmez ama evet” diyemeyeceğim bu sefer. verdiğim kredi geri dönmedi, döneceğe de benzemediği gibi, daha beter edileceğimin bütün alâmetleri mevcut. zaten sayın başbakanın bize ihtiyacı da yokmuş, kendisi öyle diyor. 2) ergenekon’a oy vermem düşünülemez bile elbette. 3) silahlı kürt milliyetçiliğinin silahı bırakması, sivil siyasete ve parlamenter mücadeleye kesin dönüş yapması ve ezilen ulus milliyetçiliği zihniyet dünyasından sıyrılabilmesi için yasal siyasi kanadının daha güçlü biçimde parlamentoya girmesi ne derece mümkündür, muhtemeldir, bilemiyorum. bunun hepimiz için hayırlı bir gelişme olacağını düşünüyorum elbette ama bdp’nin güçlenmesinin, bu hareketin stalinist-milliyetçi karması bir siyasal ucubeden, etnik varlığının kabulü temelinde demokratik bir mücadele veren bir harekete dönüşmesinde ne derecede etkili olacağı hususunda iyimser değilim pek de. sırrı süreyya önder ve ertuğrul kürkçü gibi sevdiğim, saygı duyduğum, yine de şu son on yıllık dönemde politik tutumlarımızın ve bakışımızın çok da öyle örtüşmediği figürlerin bu “blok” vesilesiyle parlamentoya girmesini sağlaması, bu üçüncü seçeneği az da olsa cazip kılmıyor değil. ancak bu da biraz safça bir sevinç olur gibi geliyor bana. 4) bütün bunların dışında, dsip ve has parti gibi, tabela partisi olmayı henüz aşamamış ve aşması da epeyce zor görünen bir iki seçenek de yok değil.

netice-i kelam, büyük ihtimalle boş oy vereceğim.

çok isterdim bunu yapmamayı. üzülüyorum buna. fazlasıyla hem de.

müslüman düşmanı.
başörtülü düşmanı.
dinsiz düşmanı.
kürt düşmanı.
alevi düşmanı.
ermeni düşmanı.
süryani düşmanı.
rum düşmanı.
yahudi düşmanı.
çingene düşmanı.
komünist düşmanı.
solcu düşmanı.
liberal düşmanı.
işçi-emekçi düşmanı.
yoksul-düşkün-kimsesiz düşmanı.
sakat düşmanı.
kadın düşmanı.
gençlik düşmanı.
yaşlı düşmanı.
cinsellik düşmanı.
cinsel azınlık düşmanı.
çocuk düşmanı.
hayvan düşmanı.
ağaç düşmanı.
dere düşmanı.
deniz düşmanı.
tarih düşmanı.
istikbal düşmanı.
değişim düşmanı.
gelişim düşmanı.
dönüşüm düşmanı.
özgürlük düşmanı.
sekülarizm düşmanı.
hukuk düşmanı.
sivil toplum düşmanı.
barış düşmanı.
adalet düşmanı.
hakikat düşmanı.
saydamlık düşmanı.
soru düşmanı.
hakkaniyet düşmanı.
basiret düşmanı.
merhamet düşmanı.
empati düşmanı.
kardeşlik ve dayanışma düşmanı.
akıl düşmanı.
fikir düşmanı.
mantık-muhakeme-analiz düşmanı.
sağduyu-izan-feraset düşmanı.
kültür düşmanı.
kitap düşmanı.
medeniyet düşmanı.
internet düşmanı.
girişim düşmanı.
inisiyatif düşmanı.
başarı düşmanı.
özgür irade düşmanı.
demokrasi düşmanı.
çokseslilik düşmanı.
armoni düşmanı.
insan hakları düşmanı.
siyaset düşmanı.
yabancı düşmanı.
batı düşmanı.
istanbul düşmanı.
sanat düşmanı.
felsefe düşmanı.
bilim düşmanı.
üniversite düşmanı.
dil düşmanı.
yaratıcılık düşmanı.
inovasyon düşmanı.
orijinalite düşmanı.
yetenek düşmanı.
estetik duyarlılığın düşmanı.
antidoktriner ve antidogmatik eğitimin düşmanı.
özgür ve antimanipülatif kitle iletişiminin düşmanı.
dünyaya açıklığın düşmanı.
birey düşmanı.
toplum düşmanı.

19. asırdan kalma.
teokratik.
oligarşik.
köhne.
çürümüş.
kokuşmuş.
kaskatı.
cahil.
küstah.
zorba.
katil.
“kutsal”.
tek varlık nedeni düşmanlık olan.

bütün doğru, iyi ve güzel şeylerin amansız düşmanı.
hayatın düşmanı.

(bilmecenin cevabını söylememe gerek yok. siz de bana söylemeyin. çünkü burası bir “respectorate of i”. luka’ya dendiği gibi. bkz: salman rushdie, “luka and the fire of life”.

yine de bir ipucu vereyim: bir kitap okuyorum. masal da sayılabilir bir nevi. orada hikâyesi anlatılan bir leviathan bu. küçük prens’e ve size yabancı gelmiyor oluşu benim kabahatim de değil, sorunum da değil. bana ne bundan. ben cennet gibi bir vatanda, dünya durdukça yaşayacak mükemmel bir rejimin kanatları altında krallar gibi yaşıyorum. karnım tok, sırtım pek. yenikonuş’umdan da gayet memnunum.)

suçluyorum!

görüyorum… suçluyorum!

suçlarınızı, suç işlemekten başka bir yolu olmayan sefil naturanızı, bu naturayla “var” oluşunuzu ama varolamayışınızı, düalist epistemolojinize sıkışıp kalışınızı, evet: suçlarınızı… görüyorum.

…ve suçluyorum.

suçluyorum. yargılayabildiğim için suçluyorum. yargılamaya hak buluyorum kendimde, çünkü ben de suçluyum.