türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığını çocuklar bile bilir. kanun devleti midir peki? görünüşte öyle. ama altını azıcık kazıdığınızda bir “kanunsuzluk devleti”dir gördüğünüz. yok hayır, basitçe hukuk dilinin bile isteye yaratılan anlaşılmazlığından, ağdalılığından, yahut çok daha önemlisi, jüristokrasiden filan bahsedecek değilim, o zaten malum. “vatandaş için devlet” yerine “devlet için vatandaş” mottosunun bu devletin alnının şakında yazılı oluşunu hatırlamamız bile yeter aslında. bırakın meşruiyeti esas almayı, yasallığı bile işine geldiği kadarıyla ve işine geldiği gibi kullanır.
türkiye devleti, yalnızca kendisiyle toplum, yurttaşlar ve sivil kurumlar arasındaki hukuksal alanı bu motto temelinde biçimlendirmekle kalmayıp bireylerin kendi aralarındaki ve bireylerle özel kuruluşlar/kurumlar/şirketler arasındaki ilişkilerin normlaştırıldığı hukuksal alanları da güçlünün zayıfı alabildiğine ve pervasızca, korkusuzca ezmesine cevaz verecek şekilde düzenler. iş hukuku mevzuatına bakın, ne dediğim kolayca görülür. şu meşhur “ancak/ama” maymuncuğunu güçlünün eline veren devlet, zayıfın ardından kıs kıs güler. alın meselâ iş kanunu madde 19. önce zayıfa havuç: “işveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır. / hakkındaki iddialara karşı savunmasını almadan bir işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, o işçinin davranışı veya verimi ile ilgili nedenlerle feshedilemez.” nanana naaaan, ve işte karşınızda şu meşhur “ancak”ımız: “ancak, işverenin 25. maddenin II numaralı bendi şartlarına uygun fesih hakkı saklıdır.” neymiş o maddenin o bendi? “ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri”ymiş. yasakoyucu öyle şeyler söylüyor ki burada, ahlaksızlığın ve vicdansızlığın kol gezdiği bir ülkede şirket patronlarına işçisini keyfi istediği an işten atabilmeleri için bütün katakullilere, bizans oyunlarına, dalga dümenlere yasal kılıf hazırlıyor, cömertçe imkan bahşediyor. yasanın diğer maddelerini okuyorsunuz, neresinden tutsanız elinizde kalıyor, bakıyorsunuz ki elek gibi mübarek, patronlar için kaymaklı kadayıf.
tanıklık müessesesi diye birşey var güya. iyi de, iş arkadaşı dediğin mahlukat niye benden yana ifade versin ki, kapının eşiğinde bekleyen bir işsizler ordusu mevcutken? maytap mı geçiyorsun ey yasakoyucu? ya sen, işçi sınıfı dayanışması rüyası mı görüyorsun ey okuyucu?
avukatlara kulak veriyorsunuz, dedikleri şu: efenim, aslında iş kanunu işçiden yanadır, ancak (heh heh, “ancak!”) hak arama mücadeleniz uzun sürer. yani, cümlelerinin ilk kısmı faraza doğru olsa bile, atı alanın üsküdar’ı çoktan geçtiği bir hukuksuzluk düzeni karşınızdaki.
bıyır, mobbing mi deding? o da nedir hemşerim? daha en basit yükümlülük ve haklarda bile hukuksuzluğu şiar edinmiş bir hukuk düzeninde böyle frenk nosyonları da neymiş, sıra bile gelmez!
bu ülkede bir de “iş müfettişliği” ve “sigorta müfettişliği” diye kurumlar var, değil mi? külahıma anlatırsınız siz onu. ne kadınlar sevdim, yoktular! patron hazırlar ortamı, mıntıka temizliği yapılır önceden, tuvaletlere kireç dökülür, otlar yolunur, duvarlar badanalanır, komutan -pardon, müfettişler- geldiğinde herkesin ezberi tamamdır. sigorta meselesine gelince, bu ülkenin allı turnaları, uçan kuşları bile bilir ki işçinin bir “gerçek” ücreti vardır, bir de “resmi” ücreti. lâkin gel de kanıtla gerçek ücretini bakalım hadi.
kan beynime sıçradı gene. burada keseceğim şimdilik. vak’amızı yani örnekolayımızı bilâhare anlatacağım. çav.